Alcatraz'dan

Cumartesi, Ocak 23, 2010

POST MORTEM

   Bir caz şarkısı yankılanıyor şimdi, küçük bir odanın zamandan arınmışlığında. Hayatın berbat kokan küllerini karanlık bir köşeye atarak. Dört duvardan önce birine çarpıyor, sonra diğerine, diğerine… Çarptıkça büyüyor, çoğalıyor. Yavaş yavaş doluyor odanın içine, odayı tamamen dolduruyor. İçimizdeki boşluklara, odanın içindeki boşluklara şekil vermeye başlıyor. Bir deniz oluyor odanın içindeki, denizin ortasında küçük ve bütün ihtimallerden uzak bir ada; ya da belki “… bütün mümkünlerin kıyısında” Uzakta bir şehirde, küçük bir gemi ayrılmaya çalışıyor limandan. O adaya gelmek için. Ancak deniz fırtınalı, deniz karanlık. Bu deniz korkular denizi. Bir türlü yola çıkamıyor gemi. Tayfaların bir kısmı hep limanda kalmak istiyor. Korkutuyor onları yol.

   Şehrin tüm sokakları o limana çıkıyor. Tüm sokaklardan birbirine yabancı insanlar çıkıyor, asla anlaşılamayacak bir hayata. Yaşam hep sigara dumanlarının ardına gizleniyor, kadehler birbirine vurulduğunda sesleniyor ürkekçe. Erkekler yürüyor sokaklarda, kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar, mutsuzlar, gençler, yalnızlar, bir türlü uçamayan hayalperestler, sokak serserileri, kimsesizler, bohemler ve bir nicesi daha… Karanlığın dışına taşan bulutlar parça parça dökülüyor üzerlerine. Yağmur yağıyor, kar yağıyor, ölüm yağıyor; neler yağıyor gökten, neler yağıyor… Dört bir yana kaçışıyor insanlar, kediler, sokak köpekleri ve lağım fareleri… Çünkü bulutlar yeryüzüne acımasızlık fırlatıyor, cinayet fırlatıyor, gözü dönmüş eli kanlı canavarlar fırlatıyor. Sis işgal ediyor tüm sokakları, kan kaplıyor üstünü. Bir kış akşamı çok yoğun kana bulanıyor, kan kokuyor buram buram. “Ellerim, ellerim” diyorum, “neredeler?” Kırmızıya dönüşüyor gördüklerim. Kendi kendimi boğazladığımı fark ediyorum. Kâbuslarımın fişini çekiyorum.

   Garipsenmiş sokaklarda buluyorum kendimi. “Sen” diye haykırıyorum, “sen ne yapıyorsun şimdi?” Senin olmadığın her köşeyi sabırsızlık dolduruyor. Sana sığıyorum yine korkularımda. Bana yabancı bir zamanın sokaklarında seni arıyorum. Saçlarının kokusunu diri tutuyorum hala düşüncelerimde. Bulutlardan, köpeklerden, farelerden ve kan kokusundan ruhunu kurtarıp bir yaşlı adam dikiliyor karşımda. Yaşlı ve yorgun. Yorgun ve alabildiğine, doyasıya içine çekmiş hayatı bir zamanlar. Ama asırlık koşusu artık soluk soluğa bırakmış onu. “Evlat” diyor, “evlat, sen git. Kurtul buralardan çocuğum. Bu gördüklerin uvertürü sadece gösterinin. Tanrı’nın yine canı sıkılmış olmalı. Daha yangınlar, depremler ve seller gelecek. Dağlar üzerimize atacak ayaklarını. Şehir üstümüze kusacak. Anlasana, sen uzak durman gereken bir yerdesin. İstenmeyen olasılıkların şehrinde.” Ama nereye gideceğim ki? Kolumdan çekiyor beni yaşlı adam. Kulağıma uzanıp fısıldıyor. “Arjantin’e git.” diyor, “Orada insanlar içki içip şarkılar söyleyip sabahlara kadar dans ederler. Yıllardır.”

   Caz şarkısı yavaş yavaş sarıyor çevremizi. Dar geliyor bize yaşadığımız. Zihin bulanıklığı, nefes darlığı, göz yaşarması. Gitgide uzaklaşıyoruz bilincimizden. Bir an önce bu adadan kurtulmamız gerek. Bu ne zaman sona erecek? Duvarlar diken gibi batıyor tenime. Yastığım alev alev.

   Yaşlı adamın dedikleri gerçekleşiyor bir bir. Kıyamet üstüne kıyamet. Koşuyorum, sürükleniyorum tanımadığım sokaklarda. Bir limana çıkıyorum. Limanda gidecek gibi bir gemi duruyor. Ona atıyorum kendimi. Bekliyorum, bekliyorum… Bir türlü harekete geçmiyor gemi. Başımı yıldızların artık olmadığı yerlerine doğru kaldırıp ruhum ağzımdan çıkarcasına haykırıyorum: “Arjantin’e, Arjantin’e gitmeliyim!”

   Üstüme yıkılıyor odamın duvarları. Bir caz şarkısı yaralıyor beni. Ellerim ağır geliyor kollarıma, tutamıyorum.

 

20.01.2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder